Blog

Çalışan Kadının Varoluşsal Sorunları

Prof. Dr. Ayhan Kalyoncu


 
getty_640189368_199751.jpg
 
 

Freud’un ilk ve en parlak öğrencilerinden olan ünlü ruh çözümcüsü Wilheim Reich insanın yaşam dengesinden bahsederken, “Aşk, iş ve cinsellik mutluluğun temel kaynaklarıdır ve toplumsal alemde var oluşunuzu belirler” demiştir. 

Reiche’in bu sözünden hareketle, kadının toplumsal varoluş içindeki çabasını değerlendirdiğimizde günümüzde iş yaşamındaki rolünü güçlendirme savaşı verirken cinsel kimliğine özgün eş ve anne rollerini sürdürebilmesinin ne kadar mümkün olduğunu mutlaka göz önüne almamız gerekir. Bu da bize çalışan kadının gerçekten mutluluğu yakalayıp yakalamadığı hakkında fikir verecektir.

Tarih boyunca tüm toplumlarda kadının iş bölümündeki konumunu doğurganlık, besleyicilik ve koruyuculuk niteliklerinin belirlediği görülmektedir. İlk çağlarda dış dünyadaki sertlik ve vahşetle mücadele ederek yaşamın idamesi için gerekli tehlikelere karşı önlemlerin alınması ve yiyecek temini erkeğin kaba gücünden beklenen iş olmuştur. Bu dönemde kadın, bedenindeki üretkenlik, taşıyıcılık ve koruyuculuk özelliklerini aile ortamına, evine yansıtarak araç kimliğini korumuştur. Günümüz toplumunda sosyal, ekonomik ve kültürel değişimler nedeni ile kadının toplumsal varoluş biçimi doğal özelliklerinin dışına taşma zorunluluğunu getirmektedir. Diğer bir değişle, kadının insan kimliği, cinsel kimliğinin önüne geçmektedir. Ancak teorik olarak modern toplumun olumlu özelliklerinden biri gibi gözüken ve kadın erkek eşitliği olarak değerlendirilen bu durum pratikte kadına ciddi rol çatışmaları ve ek sorumluluklar yüklemektedir.

Çalışan kadın; anne olarak yeni doğan bebeğinin veya hasta olan çocuğunun yanında bulunmak isterken, çalışan olarak iş yerinin çalışma saatlerini elinden geldiğince üretken şekilde tamamlamak zorunda da kalmaktadır. Bilgi toplumu bir taraftan bebeğin en temel gereksinimin annesi olduğu söylerken diğer taraftan çağdaş kadının erkekle omuz omuza iş dünyası içindeki mücadelesini de savunmaktadır. Modern toplum dinamik, mücadeleci ve bilgili kadını idealize etmektedir.

 
 
o-WORKING-MOM-facebook.jpg
 
 

Şimdi çalışan ve aynı zamanda anne bir kadını düşünelim. Bu kadın; gece yarısı ağlayan bebeğine şefkat ve sabırla yaklaşılmalı ve o gecenin sabahında ise işine yeniden güçlenmiş, enerjik ve üretken şekilde adım atmalıdır. Gün boyunca dikkatini yüreğindeki anneliğe değil bilgi ve teknik birikimi ile işine vermesi gerekir. Aynı zamanda uykusuzluğun verdiği gerilimi iş ilişkilerine yansıtmamalı, ideal bir iş arkadaşı olmalıdır. Sosyal yaşamı gerektiği gibi takip etmesi onun varoluşu için olumlu bir puandır. Tüm bu eylemlerin onu estetik açıdan yetersiz kılmaması da gerekmektedir. Aksi taktirde erkeği tarafından unutulan kadın olma riskiyle karşı karşıyadır. Çalışan kadınla ilgili bu sıradan beklenti örneklerini istediğimiz kadar çoğaltmak mümkündür.

Böyle durumlarda kadınlar için yaşamlarında erkeğin önemsizliği akıl yürütme mekanizmasıyla ön plana geçebilir. Ancak aynı mekanizma erkeği önemsiz kılarken kadını da dişi yapısına özgü yumuşaklık ve estetikten yoksun bırakabilmektedir. O zamanda D.H. Lowrence’nin ifadesiyle horozlaşan kadınlar ve tavuklaşan erkeklerle dolu yeni bir toplum yapısı önümüzde belirmektedir. Dişiliğinin yadsınması sağlıklı bir kadın için ne denli taşınabilir bir duygudur? Bu da çalışan kadın açısından ayrı bir psikolojik sorun teşkil etmektedir.

Günümüzde, hem annelik rolünü hem dişilik rolünü hem de toplumda başarılı iş kadını rolünü götürebilen kadınlara bionik kadın teriminin yakıştırılmaktadır. Ancak bu yapıya meslek yaşamımda hiç rastlamadım. Modern toplum kadına erkeklerle eşit çalışma koşulları ve sosyal roller sunarken, yaşamında var olabilme bedelini çoğunlukla yalnızlık veya ailerde parçalanmışlıkla fatura etmektedir.

Parçalanmış ailelerde çalışan kadının konumu ise ayrı bir sorundur. Kadın hem geçimini tek başına götürecek hem de toplum içindeki cinsel kimliğinin saygınlığını koruyacaktır. Şayet çocuğu ile yaşamak zorunda ise ona anne ve baba beklentilerini ya kendisi verecek ya da ayrıldığı eşini sık sık  hatırlatmak zorunda kalacaktır. Ne yazık ki 30 yıllık meslek hayatımda bana başvuran vakalarda bu sorumluluğun neredeyse daima kadına düştüğünü gözlemledim. Evet kadınların hem sorumluluk duyguları daha fazla gelişmiş hem de toplumsal beklentiler nedeni ile buna zorunlu kılınmışlar. Ülkemizde gerek medeni kanunun gerekse iş yasalarının kadını yeterince korumaması da cabası.Tüm bunların karşıtı ise tüketim toplumunun as elemanı evde oturan kadın kimliğidir. Bedeli ise bitesiye bağımlı kimlik ve çoğu zaman yok farz edilmeyi hazmetmektir.

Çalışan kadın olmak veya ev kadını olmak?  Seçim kadınların!

4 Haziran 2002 - Paris